Türkiye ve Birleşmiş Milletlerin ‘Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’si
Madde 1
Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlarlar.
Bütün halklar, kendi amaçları doğrultusunda, karşılıklı yarar ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerine halel getirmemek kaydıyla, kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda, kendi varlığını sürdürmesi için gerekli olanaklarından yoksun bırakılamaz.
Özerk olmayan ve Vesayet altında bulunan ülkelerin yönetilmesinden sorumlu olan Devletler de dahil, bu Sözleşme'ye Taraf Devletler, Birleşmiş Milletler Yasası'nın hükümleri uyarınca, halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkının gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaklar ve bu hakka saygı göstereceklerdir.
Madde 27
Etnik, dinsel ya da dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup olan kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte, kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme, ya da kendi dillerini kullanma hakkından yoksun bırakılmayacaklardır.
----------------------------------------------------------------------------------------
Türkiye, Avrupa Birliğine Üyelik tartışmaları çerçevesinde Birleşmiş Milletlerin (BM) en önemli iki İnsan Hakları sözleşmelerine onayladı:
15.08.2000 tarihinde Türkiye, BM’ in hem ‘Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesi’ne(bundan böyle Sivil Sözleşme diye anılacaktır) hem de ‘Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşmesi’ne(bundan böyle Sosyal Sözleşme diye anılacaktır ) imza attı. Her iki sözleşmede 23.09.2003 tarihinde onaylandı ve 24.12.2003 tarihinde yürürlüğe girdi.
16.12.1966 tarihinde BM Genel Kurulu tarafından çıkarılan bu her iki sözleşme, ‘sadece’ karar ve tavsiye niteliğinde olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin aksine uluslararası hukukta sözleşmeleri onaylayanları bağlayıcı özelliğe sahiptirler. Bu her iki sözleşme değişik hakları içermektedirler. Bu her iki sözleşme 1966 da BM’de tartışılırken devletlerin farklı hak yaklaşımlarından dolayı bir olması gereken sözleşme iki sözleşme şeklinde formüle edildi.
Sosyal Sözleşme özellikle bireylerin sosyal haklarını ve bunlarla bağlantılı olarak devletlerin yükümlülüklerini içermektedir, örneğin: Çalışma, öğrenim, eğitim haklarıyla sosyal güvenlik sağlık vb konulardaki bakım, geçim ve beslenme hakkı, giyim ve barınma hakkı ve buna paralel olarak sendikal örgütlenme hakkı vs.
Buna karşılık Sivil Sözleşme bildiğimiz klasik bireysel insan haklarını içermektedir, örneğin: yaşama hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, işkence ve insanlık dışı muamelenin yasaklanması, gözaltına alındıktan sonra ve mahkemelerde kişinin sahip olduğu hakları vs.
Aynen1966 yılında devletlerin BM’de bu iki sözleşmedeki hakların aynı kategoride oldukları ve aynı önemi taşıdıklarına ilişkin anlaşamadıkları gibi bu sözleşmelerin getirdiği garanti ve yükümlülüklerin devletler tarafından yerine getirilmesini kontrol edecek ve yaptırım gücüne sahip olan bir mekanizmanın oluşturulup hayata geçirilmesi konusunda da anlaşamadılar.
Sosyal Sözleşmenin hayata geçirilmesinin denetimi BM’ in Ekonomik ve Sosyal Konseyi tarafından yapılmaktadır. Sivil Sözleşmenin denetlenmesi için yeni bir organ kuruldu: İnsan Hakları Komitesi ( madde 28 Sivil Sözleşme ).
Sivil Sözleşmeye 1. Ek İhtiyari Protokol, bu protokolü onaylayan devlette yaşayan her bireye, Sivil Sözleşmede garanti altına alınmış olan bireysel haklarının çiğnendiği iddiasıyla İnsan Hakları Komitesine bireysel başvuru imkânını tanıyor.
Türkiye bu Protokolü 17.03.2006 tarihinde onayladı ve aynı günde yürürlüğe girmiş oldu.
Ek İhtiyari Protokol’ünde yer alan ve kabul edilebilirlik şartları Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesiyle benzerlik gösteren Bireysel Başvuru mekanizmasının dışında Sivil
Sözleşmenin denetlenmesi sadece düzenli olarak gerekli olan Devlet Raporları ve kısmen
İnsan Hakları Komisyonunun ( İnsan Hakları Komitesi değil )önünde görülen 1503
Mekanizması araçlarıyla denetleniyor.
Devletler düzenli olarak her iki sözleşmenin hayata geçirilmesiyle ilgili BM’ e rapor sunmakla yükümlüdürler. Bu raporlara Devlet Raporları denir (madde 40 Sivil Sözleşme ). Bu raporların tartışılmasına devlet dışı kurumlarda dâhil ediliyor ve alternatif raporlarıyla kendi düşüncelerini sunabiliyorlar.
Devletler başka bir taraf devlet hakkında o ülkede Sivil Sözleşmenin garantileri çiğnendiği iddiasıyla başvuruda bulunabilirler ( Devletsel Başvuru, madde 41 Sivil Sözleşme ). Fakat diplomatik ilişki ve hassasiyetlerinden dolayı bu mekanizmaya başvurma çok nadirdir.
Bireyler, gruplar ve NGO (devlet dışı kurumlar )özellikle 1503-mekanizması çerçevesinde kendi ülkelerindeki geniş çaplı İnsan Hakları İhlallerini beyanlarıyla açıklayabilirler. Bu birey ve grupların açıklamada bulunabilmeleri için kendi haklarının çiğnenmiş olması gerektiği şartı yoktur. İnsan Hakları Komitesinin aksine İnsan Hakları Komisyonu bireysel hakların ihlalleri ile değil bir ülkenin genel durumuyla ilgileniyor ( Resolution 1503 (XLVII) Ekonomik ve Sosyal Konsey 27.Mayıs.1970 ).
Bireysel Başvuru durumunda başvuruda bulunan kişinin Sivil Sözleşmenin 3. bölümünde yer alan haklarından en az birinin ihlal edildiği iddiasında bulunması ve iç hukuk yollarının tüketilmiş olması şarttır.( madde 2 Ek İhtiyari Protokol ). Aynı mekanizma Sosyal Sözleşme için de tartışılıyor fakat henüz genel bir kabul bulmuş değildir.
Bu yazıda sadece Sivil Sözleşme, O’nun zihniyeti, felsefesi ve O’nun dayandığı temel düşünceleri artı bundan Türkiye, özellikle orada yaşayan Kürtler ilişkin çıkarması gereken sonuçlar üzerinde duracağız.
1.Sivil Sözleşmenin içeriği, zihniyet ve anlamı
Sözleşme beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm tek bir maddeden ibarettir.
Sosyal sözleşmenin birinci maddesiyle aynıdır:
Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler.
Bu ‘hak’ bireysel bir hak olmadığından dolayı, ihlalinde bireysel başvuruyla itirazda bulunulamaz. Bütün halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı her iki sözleşmede birinci maddede yer aldıkları olgusu Birleşmiş Milletlerin tek tek her halka tanınan bu hakkı ne kadar önemsediğini göstermektedir. Sözleşmenin üçüncü bölümünde hak ihlallerine bireysel başvuruyla şikâyette bulunulabilinecek Bireysel Haklar yer almaktadır. Dava edilebilinecek bu hakların arasında içeriksel olarak madde 1 ile yakın bağlantı içinde olan Azınlık Hakları da (madde 27 ) bulunmaktadır. Bu çeşitli hakların içeriği, anlamı ve kapsamı hem bireysel başvurulara ilişkin insan hakları komitesi tarafından alınan kararları hem de sözleşmenin tek tek maddelerine ilişkin insan hakları komitesi tarafından verilen genel açıklamaları ( General Comments ) ile somutlaştırıyorlar (bakınız: http://www.bayefsky.com/ ).
Sözleşmenin içeriği ve kapsamını tartışma ve hak taleplerinde argüman olarak kullanabilmek için tek tek madde ve hakların İnsan Hakları Komitesi tarafından nasıl yorumlandığını bilmek faydalı ve anlamlıdır. Örneğin: mesela ‘işkence ve zalimane ve insanlık dışı muamele ya da cezalandırma’ teriminin kapsamı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kıyasla, İnsan Hakları Komitesi tarafından daha genişçe yorumlanıyor. İnsan Hakları Komitesi bunun içine ‘ sadece bedensel acı yaratan davranışları değil ruhsal acılara yol açan muameleyi de bu kapsam içine alır. İnsan Hakları Komitesi mesela ‘derslerde eğitim aracı olarak bedenen cezalandırılmayı ve tıbbi kurumlarda mesela Psikiyatrilerde hastalara uygulanan şiddeti’ bu kapsam içine girdiğine dikkat çekiyor. Ayrıca ‘uzun süreli hücre hapsi de madde 7 tarafından yasaklanan bir muamele olabileceğine’ dikkat çekmektedir. İşkencecilere affın hiçbir zaman mümkün olamayacağı ve işkenceciler için emir komuta zincirinin özür nedeni olamayacağı vurgulanmıştır.1
Sözleşmede yer alan hakların ihlalini bireysel başvuruyla şikâyet’te bulunulmak istenilmiyorsa da insan hakları uğruna verilen günlük mücadele pratiğinde General Comments ile şekillendirilmiş olan sözleşmenin esas fikirleri daha çok benimsenip pratik ile haşir neşir edilmelidirler. Çünkü yasa koyucu ve tüm devlet makamları kendi uygulamalarında sözleşmenin getirdiği garanti nüanslarıyla ölçülmelidirler. Hem avukatlar hem de değişik toplumsal grup ve devlet dışı organizasyonların ( NGO ) temsilcileri taleplerinde ve mücadelelerinde bu sözleşmeyle kendilerine dayanak edebilecekleri bir araç edinmektedirler.
Buna rağmen bir devlet sözleşmeden kaynaklanan görevlerini yerine getirmediği zaman sözleşmenin gerçek yaptırım ve uygulatma mekanizmasına sahip olmadığının bilincinde olunmalıdır. Sadece o devlet uluslar arası toplumun önünde saygısını yitirir. Gerçi bireysel başvuru davalarında verilmiş olan kararların uygulanmasın İnsan Hakları Komitesi tarafından denetleniyor. Madde 2’nin 3. bendinden devletlerin, hak ihlalleri mağdurlarının haklarının etkin şekilde korunması ve tazminat ödenmesi görevi de kaynaklanıyor. İnsan Hakları Komitesi bu yüzden, kararlarında devletlerden belirli zaman dilimlerinde görevlerinin gerçekleştirmelerine ilişkin, rapor vermelerini de talep ediyor. Fakat aksi halinde İnsan Hakları Komitesi’nin kullanabileceği zorlayıcı önlemler bulunmamaktadır.
Bu yüzden devlet raporları üzerinde yapılan tartışmalarda başka muhalif görüşlerin de duyulması, örneğin NGO ya da değişik toplumsal gruplar tarafından kendi bakış açılarından sözleşmede garanti altına alınmış hakların durumu alternatif raporların verilerek, daha da çok önem kazanmaktadır.
BM Sivil Sözleşmesinde düzenlenen çoğu haklar aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları antlaşmasında da düzenlenmiştir. Fakat ‘bütün halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı’ ve ‘azınlıklar hakkı’ bunlardan değildir. Bu iki mutlak hak Türkiye için en geç Sivil Sözleşmenin onayı ile geçerlilik kazanmıştır ve bundan sonra bu iki hakkın pratikte hayata geçirilmesi de Türkiye’nin düzenli olarak vermesi gereken devlet raporunda yer alması gerekmektedir.
2. Çekinceler
Uluslar arası hukuk’ta, devletler kendilerini bağlayıcı özelliği olan sözleşmeleri imzalamakla Ulusal egemenliklerin den kısmen ödün vermiş oluyorlar bu yüzden de ülkelerin sözleşmelere çekince koymaları alışılagelmiş bir davranıştır. Bununla amaçladıkları; onayladıkları sözleşmenin bir kısmını ya hiç ya da bu devlet tarafından istenilen anlamda geçerli ve bağlayıcı olmasıdır. Bu tür çekinceler eğer sözleşmenin içeriğiyle bağdaşıyorsa geçerlidirler. Sonuç itibari ile bu çekinceler eğer sözleşmeyle bağdaşıyorlarsa çekincenin konusuyla ilgili olarak bireysel başvuru hakkı ortadan kalkar ve devletlerde çekince konulmuş hak ile ilgili olarak rapor sunmak zorunda değiller.
Türkiye hem sivil sözleşmeye hem de Mart 2006 tarihinde bireysel başvuru hakkını kendisini bağlayıcı özelliğiyle tanıdığı birinci İhtiyari protokole hiç te şaşırtıcı olamayan azınlık haklarını konu alan çekinceler koymuştur.
Türkiye sivil sözleşmeye diğerlerinin yanında şu beyanı ve çekinceyi de eklemiştir:
‘ÜÇÜNCÜ BEYAN
Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme'nin onayı sırasında Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılan beyanın metni.
"Türkiye Cumhuriyeti, bu Sözleşme'nin ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasası'nın ve yasal ve idari düzeninin yürürlükte olduğu ülkesel sınırlar itibarıyla onaylanmış bulunduğunu beyan eder."
ÇEKİNCE
Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme'nin onayı sırasında Türkiye Cumhuriyeti tarafından Sözleşme'nin 27. maddesi ile ilgili olarak konan çekincenin metni.
"Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşme'nin 27. maddesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması ve Ek'lerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını saklı tutar."’
İhtiyari Protokole şu çekinceleri koydu:
"Türkiye Cumhuriyeti, Protokol'ün 5/2 (a) sayılı maddesine, Komite'nin yetkisinin:
a) bireyler tarafından iletilen şikayete konu sorunun, başka bir uluslararası çözüm veya soruşturma usulü tarafından, zaten incelenmiş veya incelenmekte olduğu durumlara ilişkin şikâyet bildirimlerini kapsamadığı,
b) Protokol'ün Türkiye Cumhuriyeti açısından yürürlüğe girdiği tarihten sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal sınırları içerisinde meydana gelebilecek fiiller, ihmaller, gelişmeler veya olaylardan kaynaklanan ihlal iddialarına ilişkin şikâyet bildirimleri veya Protokol'ün Türkiye Cumhuriyeti açısından yürürlüğe girdiği tarihten sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal sınırları içerisinde meydana gelebilecek fiiller, ihmaller, gelişmeler veya olaylara ilişkin bir karardan kaynaklanan ihlal iddialarına ilişkin şikayet bildirimleri ile sınırlı olduğu,
c) Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme'nin 26. maddesinin ihlal edildiği iddiasını taşıyan şikayetlerde, söz konusu Sözleşme'de garanti altına alınan haklar dışındaki haklara atıf yapılan ihlal iddialarına ilişkin şikayet bildirimlerini kapsamadığı
yönünde çekince koyar.”
İnsan Hakları Komitesi uluslararası arenada tanınmış hakların devletler tarafından tümüyle uygulanmak istenmediğini bildiği için bir ‘General Comments’ ile çekince koyma pratiğinin sınırlarını belirledi ve aşağıdaki açıklamaları yaptı:
Sözleşmenin esas ve özünü teşkil eden maddelerine ( norm ) aykırı olan çekinceler sözleşme ile bağdaşmazlar. Her devlet için geçerli olan Uluslar arası hukuk prensiplerini içeren maddelere çekince konamaz. Bu anlamda mesela hiçbir devlet azınlık haklarına çekince koyamaz ( mad. 27 ). Sözleşmenin birinci maddesine çekince koymak ta geçerli değildir. ( madde 1 : Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. ). Bir devletin iç hukuku sözleşmenin normlarına aykırı olduğu zaman değiştirilmelidir. İhtiyari protokole konulmuş olan çekincelerde eğer dolaylı olarak sözleşmenin ruhunu ve esasını oluşturan normlarını boşa çıkarıyorlarsa geçerli değildirler.2
Aşağıdaki durumlar şimdiye kadar İnsan Hakları Komitesi tarafından somut olarak açıklığa kavuşturulmuşlardır:
Bu sözleşme maddelerinin o ülkenin ilgili ulusal mevzuatının ‘’ hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını saklı tutar." şeklindeki çekince ve beyanlar geçerli değildirler. Antlaşmaya taraf olan ülkeler antlaşma maddelerini kendi ulusal hukuklarını bahane ederek sınırlayamazlar.
İnsan Hakları Komitesi, bireysel başvuru hakkını sadece ihtiyari protokolün onaylanmasından sonra meydana gelen hak ihlallerini kapsadığını ve bunlar için geçerli olduğu şeklindeki çeşitli ülkelerden gelen çekincelere ilişkin şunları belirledi: Hak ihlalinin kendisi geçmişte yapılmış fakat ondan doğan sonuçlar bugüne kadar (onaylama tarihi) devam ediyorsa ve böylece hak ihlalinin kendisinin de bugüne kadar devam ettiği söylenebiliniyorsa söz konusu olan çekince dikkate alınmaz.
İnsan hakları komitesi ayrıca sadece kendisinin bir çekincenin geçerliliği yada geçersizliğine ilişkin karar verebileceğini belirlemiştir ve bir çekincenin geçersiz olduğu görüşüne vardıktan sonra sivil sözleşme ve ihtiyari protokol söz konusu çekince dikkate alınmadan çekince koyan ülke için bütün kapsamıyla geçerli olacağı belirlenmiştir.
Böylece Türkiye sözleşmeye koyduğu Üçüncü Beyan’dan ve İhtiyari protokole koyduğu b şıkkındaki çekinceden faydalanamaz ve geçerliliklerini kaybederler çünkü bu tür çekincelere ilişkin başka ülkelerin davalarında İnsan hakları komitesi tarafından aydınlatıcı kararlar verilmiştir.
Türkiye’nin azınlık haklarını içeren sözleşmenin 27. maddesine koyduğu çekincesinin akıbeti enteresan olabilir çünkü bu tür çekincelere ilişkin insan hakları komitesinin henüz bir kararı yoktur. Gerçi Fransa da 27. maddeye benzer bir çekince koymuştur fakat insan hakları komitesi henüz uygun bir bireysel başvuru vakasıyla karşılaşmadığı için söz konusu çekincenin geçerliliği henüz tartışma konusu olmamıştır.
Fakat Türkiye’nin bu çekincesi büyük bir ihtimalle insan hakları komitesi tarafından yukarda belirlenmiş ilkelerden dolayı geçersiz kılacak çünkü bu çekince sözleşmenin özellikle etnik ve dilsel azınlıkları da kapsayan azınlık hakları özünün garantisine aykırıdır. Bu yüzden iyi ve özenlice hazırlanmış bir başvuru neticesinde, insan hakları komitesinin ilk kez sözleşmenin 27. maddenin içeriğini kısıtlayan çekincelerin geçersizliğine ya da geçerliliğine genel karar kılmasına yol açılabilinir. Aynı zamanda böyle bir durumda Türkiye’nin Lozan adlaşmasında azınlıklar konusunda sergilediği duruşu değiştirmek zorunda bırakılabilinir.
3.Sözleşmenin 1. ve 27. maddelerinin zihniyeti ve özü
Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ve etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların garanti altına alınmış hakları söz konusu olduğunda paranoya ya tutulan yalnızca Türkiye değildir. Savaşlardan sonra keyfice çizilen sınırlardan dolayı, emperyalizmin işgallerinden dolayı, bazı halkların büyükçe bir bölümünün güçlüler tarfından yok edilmesinden dolayı, dünyanın bir çok yerinde pek çok halk parçalanmış ve geride topraksız ve devletsiz grup ve azınlıklar olarak bırakılmıştır. Devletlerin toprak bütünlüğü ile halkaların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, uluslararası hukukun bu iki ilkesini dengelemek için çeşitli yollar arandı. Sivil sözleşme bunları yeniden tartışılmasına baz teşkil edebilir.
a) Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ( madde.1 )
Uluslararası hukukta ‘halk’ teriminin kabul’lenmiş ve kesin bir tanımı yoktur. Fakat uluslararası düzeyde madde1’in tanıdığı haklar bir devletin vatandaşları için belirlenmediği konusunda bir hemfikirlik mevcuttur. Çünkü onların zaten bir devleti ve toprakları var (yani mesela Türkiye ve Türk halkı gibi). Madde1’in kastettiği halkalar etnik köklerine göre her ne kadar bir devletin vatandaşları olsallarda o devlette egemen olan halk grubu vatandaşlarından farklı ve o yüzden kendi devleti ve egemen olduğu toprağı olmayan halklardırlar.
Bu halklar çoğu zaman aynı anda madde.27’ye göre vatandaşı oldukları fakat kendilerinin olmayan bir ülke ve devlette azınlıktırlar.
Uluslararası hukukta bir halkı ‘Halk’ olarak belirleyen objektif ve sübjektif kriterler mevcuttur. Objektif olarak bir ‘halk’, ortak dili, kültürü, mantalitesi, tarihi, toprak birliği kriterlerle belirleniyor. Sübjektif olarak o halkın fertlerinin çoğunluğunun kendilerini halk olarak belirlemeleridirler. Böylece bir halkın madde1’den kaynaklanan yurt/ vatan hakkı kendi vatanına ilişkindir herhangi bir vatana değildir ve bu ilkede uluıslaraarası hukuta kabul edilmiştir. Fakat bu hak varolan ve tanınmış devletlerin toprak bütünlüğü ilkesiyle çelişkili olduğu için kendi kaderini tayin hakkı uluslar arası hukukta sadece çok vahşi baskı mevcutsa yani aşırı ve istisnai durumlarda Sezession (ayrılma ) hakkı içeriyor. Bu yüzden Sezession’un engellenmesinin bir olanağı kendi kaynaklarının yönetimini de içeren Otonomi düşünülür ve bu model uluslararası hukuk’ta ayrılma ve kendi devletini kurmasına olası bir altenatif olarak tartışılıyor.3
Devletlerin pratiği çelişkili bir tablo sergilemektedir: Bir yandan Filistinlilere devlet hakkı tanınıyor diğer yandan uluslararası hukuk literatüründe Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde sadece bir ‘otonominin’ başlangıcı olarak tartışılan BM’ in güvenlik konseyinin No.688(1991) kararı var. Ama en azından bu kararda Kürtler, açıkça uluslararası hukukun normlarına göre halk olarak tanımlanıyorlar.4Ama kendi kaderini tayin hakkının hangi modeli olursa olsun, uluslararası hukukun bunu zorla kabul ettirecek herhangi bir mekanizması mevcut değildir. Bunu ancak uzun yıllar alacak bir politik sürecin sonucu belirleyecek.
Azınlık Hakları (madde.27 )
Türkiye sadece dini azınlıkları, yani gayri Müslümanları, azınlık olarak kabul ediyor. Türkiye azınlık kavramının bu şekildeki sınırlı halini 24.July.1923 tarihli Lozan antlaşmasında (madde.37 den madde.45 e kadar) kendisi için kabul edip antlaşmanın bentlerine koydu ve bugüne kadar aynı anlayışa sahiptir. Bu yüzden de Sivil sözleşmenin 27. maddesiyle garantilediği azınlık hakları, koyduğu çekincede belirlediği gibi, sadece Lozan antlaşması çerçevesinde dini azınlıklara tanımaktadır. Yukarıda belirlediğimiz gibi bu çekince antlaşmanın esas ve özüne aykırı olduğundan dolayı bence geçersizdir ve madde.27 Türkiye için tüm kapsamı ile bağlayıcıdır. Etnik dilsel ya da dini herhangi bir azınlığın tüm fertleri İnsan hakları komitesine yapabilecekleri bir başvuruyla artikel 27’den kaynaklanan haklarından biri yada birkaçı ‘ihlal edildiği’ gerekçesiyle başvuruda bulunabilirler. Bunu yaparken ama, başvurunun kabul edilebilirlik bölümünde Türkiye’nin madde.27’nin kapsamına ilişkin koyduğu çekince antlaşmanın esas ve özüne aykırı olup geçersiz olmasının nedenleri ve argümanları özenli sergilenmek zorunluluğu mevcuttur. Türkiye’nin azınlıklara ilişkin kendi anlayışını uluslararası hukuk’ta norm ve normalite olarak öne süremez. Fransa’da Türkiye gibi aynı anlayışa sahiptir. Türkiye gibi Fransa’da kendisini, ‘fark gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşitlik tanıyan, bölünmez demokratik bir Cumhuriyet’ olarak görüyor ve o yüzden ‘azınlık olamaz’ diye düşünüyor. Fransa’da bugüne kadar azınlıkların korunması konusundaki başarısızlığının en önemli nedeni olarakta bu ülkenin merkezci yapısı düşünülür. Hem Türkiye ve hem de Fransa’nın azınlık anlayışları Sivil Sözleşmenin madde.27’nin amaçladığı azınlıkları koruma hakları’na tamamen aykırıdır.
Bir azınlık, çoğunluk olanlardan farklı olarak aynı etnik dilsel yada dini özelliklere sahip ve kendini o azınlığa ait hisseden her birey o azınlıktan sayılır. Bugünlerde uluslar arası hukukun en önemli ve merkezi haklardan biri özellikle de etnik ve dilsel azınlıkları kapsayan azınlıkların mutlak korunmasının olduğu kabul edilir. Etnik azınlıkları terimi de aynı zamanda Kültürel ve ulusal azınlıkları kapsıyor. Belli devletlerde yaşayan azınlıklar aynı zaman da kendi devletleri ve toprakları olmayan bir halkın bir parçası olabilirler.5
Azınlıkların madde 27.den kaynaklanan haklarını kullanabilmeleri için yaşadıkları devletin kendilerini azınlık olarak tanımaları gerekmemektedir.6 Uluslar arası hukukta korunma altına alınmış azınlıkların bir özelliğide yaşadıkları devletin vatandaşları olmalarıdır.7
Madde 27 ile verilen koruma haklarının içeriği ve kapsamı kesin olarak henüz belirlenmedi. Kuşkusuz ve tartışmasız olarak uluslar arası düzeyde kabul edilir ki madde.27’le azınlıklara verilen haklar Sivil Sözleşmenin diğer bölümlerinde ele alınmış ve bir devletin tüm vatandaşları için zaten geçerli olan mevcut genel insan haklarından daha fazladırlar.
İnsan Hakları Komitesi madde27’ye ilişkin şunları belirliyor:
Madde 27 azınlık grubu üyelerine üyesi oldukları azınlıkla birlikte kendi kültürleriyle yaşayabilmelerini, kendi dilleriyle konuşmalarını ve kendi dinlerinin gerektiği gibi ibadet v.s yapabilmelerini garanti altına almıştır. Bununla bağlantılı olarak kendi yaşadıkları yerle ve o yerin kaynaklarıyla bağlantılı olabilecek yaşam biçimlerini sürdürmeleri de garanti altına alınmıştır. Sivil Sözleşmeyi onaylamış ülkeler bu hakların çiğnenmesini veya zedelenmesini engelleyip bunların hayata geçirilmesini temin etmekle yükümlüdürler. Bundan dolayı da bu devletler, sadece devletten ve devletin yasama organlarından, mahkemelerinden ya da idari makamlarından kaynaklanan bu hakları çiğneyen uygulamalara karşı değil aynı zamanda o bölgede yaşayan başka sivillerden de kaynaklanan hak ihlallerine karşı, aktif pozitif koruma tedbirlerini almalıdırlar. Aynı zamanda devletin, azınlıkların kendi kimliğini, kültürünü ve dilini koruyan ve bunu teşvik eden ve o azınlığın başka üyeleriyle birlikte bunları yaşamaları ve bunları geliştirmelerini sağlayan, pozitif ve aktif tedbirleri alması gereklidir. Kültürün çeşitli uygulanış biçimleri ve bunların da çeşitli yaşama geçiriliş şekilleri olabilir. Madde 27’ye göre azınlıklar kendi temsilcileri ile, kendi hakları ile igili alınması gereken koruma tedbirlerine ilişkin devletin karar mekanizmalarına dahil olup karar sürecine katılmaları gerekmektedir. Azınlık haklarının korunmasının hedefi, azınlıkların kültürel, dinsel, dilsel ve sosyal kimliklerinin yaşanması ve aksamasız geliştirilmesinin garantisini sağlamaktır.8
Irkçılığa Karşı Sözleşmesinde ve ‘Azınlık Haklarına İlişkin Bildirge’ de azınlık hakları ve devletlerin onları teşvik etme yükümlülüğü daha somut ele alındı.9 Bunların yanı sıra BM’in Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde 30.maddesinde bir azınlığa mensup olan çocukların hakları10 belirlenir ve 15.12.1960 tarihli ‘eğitimde müfredatında ayrımcılığa karşı UNESCO sözleşmesi’nde ana dilde eğitim talep edilir.
Sonuç:
Türkiye’nin aşırı milliyetçi şekilde, kendi topraklarında başka halkaların varlığının yanında etnik ve dilsel azınlıkların varlığını inkâr etmeye yönelmesi tek bir Türk halktan oluşmuş milleti ve üniter devleti savunmakta ısrar etmesi Türkiye’nin onayladığı uluslar arası yükümlülüklerle bağdaşmıyor. Bu diğerlerinin yanında Kürt halkına karşı geniş çaplı ve sistematik insan hakları ihlalleri’ne ve zorla asimilasyona yol açıyor (du). Sivil Sözleşmenin, değişik şekilleriyle bütün halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesinin ve uluslar arası hukukta garanti altına alınmış azınlıklar haklarının zihniyeti, yeterince sert bir şekilde üzerinde ısrar edildiği zaman Türkiye’yi tavır ve davranışlarını belirleyen düşüncesini değiştirmeye zorlayabilir. Sivil Sözleşeme ve onunla bağlantılı olarak Bireysel Başvuru hakkı, haklarından mahrum bırakılmış Kürt halkının gerçeğini yeniden uluslararası gündem ve platforma taşımak için yeni bir araç teşkil ediyorlar. Bunun vazgeçilmez ön şartı ise Kürt halkının kendisinin sübjektif olarakta kendilerinin ne olarak gördükleri ve tanımladıkları ve hangi hakları ve hangi hedefleri gerçekleştirmek istediklerini net bir şekilde bilmeleridir. Sivil Sözleşmenin 1. maddesi doğrultusunda kolektif olarak hareket edildiği zamanda ayrıca meşru temsilcilik sorunun çözülmesi lazım.
Şubat 2007 Av. Jutta Hemanns, Berlin
Çeviri : Veysi Özgür